Leyla’ya…

.:: Nihat İlhan ::.

[Şehrengiz Dergisi VI. sayı / kasım-aralık 2010]

Hasret çeken cümlelerde silindi isimlerimiz. Yüzümüzü aşka perde takmış gibi hissediyorduk. Sen ise bana dünyadaki cennetin anımsatılmasıydın. Ben ise yapraklarını yerden topladığın bir sümbül gibi sert ve ağır kokuyordum. Ki cennet vadilerinden akıtılan suyun tadını buldum senin dudaklarında. Ki cümlelerin ardında durgunlaşan tuhaf kafiyeler gibiydin. Her okuduğum an çehremden yangınları çıkartıyordu virgüller. Bakışlarında bir ölü sakladın yıllarca. Ruhsuz başını yollarına taç etmiş bir aşığı yıllarca bir ölü gibi gizemlice bakışlarında sakladın, ne yazık! Öyle güzeldin ki sen, aniden yüzüne denk gelen bir bakışta onlarca azatlı kelimeyi yeryüzüne sürdürebilirdin eskiyen bir şaire! 

Üstümüzden kelimeler düşüyordu ve cinayetlerde yitiriyorduk aşkın büyüyen ışıklarını. Kendimizden başlayarak ölürken tüm dünya cinayetimize kurban gidiyordu. Şairane üsluplarla kaderin balyoz yiyen suratına yaklaşıyor ve ellerimizden kayıp giden mutluluğun günahına teslim ediyorduk kendimizi. Cehennemi çalkalıyordu üstümüzde sanki yaşamak, ve yeni bir mutluluğu dönüşmemiz uğruna eda ediyordu. Dönüşmemiz, yani kendimizden çalarak büyüdüğümüz kendimize. Fakat dünya zulüm de olsa kanayan harflerin dirayetini vermeliydik aşka karşı. Ağır yaralı yüzümüzden düşse de ölüm alfabeleri, dünya çıkarmalıydık kınından bütün kelimelerin. Cesaret kâğıdını yerlere sermemeliydik ve anılar çıkarmalıydık yaşamamızdan. 

Öyle cennettin ki, köpüklü cenazeler akıyordu dudaklarından. Öyle cennetin ki, martılara teslim ediyorduk yüzümüzü, her seferinde taşımaktan aciz düşüp tıkanıyorlardı yolun ortasında. Cennet diyebildiğim yüzün uğruna ne yangınlar çıkardım yaşamamdan, ne süratle koştum aşkın parıldayan yüzüne. Yere yüzükoyun serilmiş cümleler kurdum ve bekledim gelmeni. Bir parşömen kağıdı gibi dipdiri ama kurumuş bir halde cümleler kurdum yoluna. Gözünün yeşilinde unuttuğum aşkı çıkardım yaşamamdan, senin yaşamandan. Pembe bulutlar saldım gökyüzüne ve okudum onların içinde aydınlanan bütün harfleri. Öyle bir cennet idin ki sen benim için, yaprak suyundan gül damıttım, cehennem tadından bal akıttım, bir gülüşüne ay darılttım, yine de unutamadım seni! 

Hasret çektim ve kül oldum, biraz gökten konuşalım senle. Senelerin içinde yapboz parçası gibi dağınık bıraktığım anılar defterimi anlatayım sana. Dokunalım güneşin eğrilmeyen seyrine. Dökülelim yahut kendimizden çalarak bir şeyleri. Her çalışımızın adı sevda olsun, kurdalyeler bağlayalım gülüşlerimize. Dünya ekelim ve bize meyvesi yaşamak olsun bırakabileceği. Tenlerimizin içinde sevgiliyi bulunduralım ve sarılsın ruhumuza bir gelin gibi zaman. Düşelim bedenlerimizin en hissiyatı unutmuş yanından ve sırrımıza mukabil olan bir diğer aşk, Allah aşkını koyalım tüm bu zamanların yanına. Lakin dökülmesin hiçbir kağıttan senin için yazılanlar ve dünyayı sonlayalım benliğimizde. 

Seccade sarayım bakışlarımın örtüsüne, gözleri pervane aşıklar gibi gel de akıt göz yaşlarını teselli pınarlarıma. Leyla’yı şakırken Sen, ben daha çalılıkların arasından yeni yetmiş bülbüller gibi sığınayım senin gülüşüne. Tuhaf kelimelerle Bismillah yazalım ve sen bana hiçbir zaman olmayacakmışsın gibi Mecnun de, ne iyi ettin de geldin yokluğuma. Yoksul gramofon bir cuma şarkısı çalsın ve biz dikenlerin eşliğinde hayata sarılalım Sevgilim. Dumanlarımızın arasından aşkın adı koksun. Belki ulaşamayız sabahın kollarına ve biz en iyisi erişlerimizi gece de yola koyalım. Ki daha esrarengiz bir hale muhtaç kılınsın sevgimiz. Sonra Sen Leyla şakı ve ben yeniden Mecnun kılınayım. Yahutta Sen Şirin kok bense Ferhad sunayım Sana. Kırayım bütün şiir kalıplarını ve yeni kelimeler getireyim Sana. Yahutta Sen Züleyha’sındır, ben Yusuf. Bir yaz akşamından kalma, kanlı gömleğimi bırakayım Sana. Ya da şöyle tarif etmek mümkün mü, en iyisi bütün Mecnun’larda sen kokayım..