İNSAN VE TABİAT ÇAĞINA ÖZLEM

.:: Muhammet Çelik ::.

[Şehrengiz Dergisi VI.sayı / kasım-aralık 2010]

Şehirlerin büyümesi, sonra daha da büyümesi, kendini en büyük ilan etmesi, binaların boy atması, sonra göğü deleceğini iddia etmesi, toprağın yerini betonun alması, sonra betonun evrenselleşmesi ve tüm dünyayı kaplaması, şehirlerin insanı duyarsızlaştırması, zenginlerin daha da zengin, fakirlerin daha da köle olması, silahların daha ölümcül, ölümlerin daha kahpece olması, ahlaksızlığın kanunlarla meşrulaştırılıp yayılması, kavramların kaypaklaşması, tüketimin çılgınlaşması, merhametin buharlaşması, insanın dünyada var olma amacını unutması, ölüme duyarsızlaşması, tanrısını yok sayması, inancını kültürel bir öğe haline indirgemesi, büyük insan kitlelerinin anlamsız eylemler peşinde koşması, iletişimin ve aşkların sanal hale gelmesi, her şeyin yapay olanının makbul olması, sahtenin de sahtesi üretilip asıl olanın çoktan unutulmuş olması, her şeyin daha da zorlaştığı zannedildikçe her şeyin daha da kolaylaşması, basitleşmesi, insanların karşı çıktığı şeyleri çoğunlukla kendilerinin de yaptığının farkına varamaması, putların ve günahların çoğalması, erişilmeye daha müsait hale gelmeleri, Allah’ın âyetlerinin göz ardı edilmesi, hızlı yaşanılıp hızlı ölünen bir kent içinde rüzgâra kapılmış bir yaprak gibi hayat süren dünyalının kendi ıstırabına razı olması, işçinin fabrikalarda belini bükmesi, ailenin keşmekeşe sürüklenmesi, paranın kalbi fethetmesi, köylerin, yaylaların, dağ başlarının, denizin derinliğinin kirletilmesi, ihtiyaç sahiplerine, hastalara, düşmüşlere, çocuklara fırsatçı bir gözle bakılıp, onların ilkel bir iştahla ve modern bir yöntemle sömürülmesi, saysak bitmeyecek, işte işte hepsi…

Sanatçı doğayla duygusal bağları olan, onun kendisine bir emanet olduğu bilincinde ve onunla iletişimini sürdüren biridir. Doğadan uzağa düşmesi demek sanatçının ve sanatın bitmesi demektir. Sezai Karakoç’a göre “Tabiata olan dikkatini yitiren sanatçı, giderek ölü bir soyutlamanın mahkûmu olacaktır.[1] Günümüzün absürt bir şekilde ilerleyen sanat çılgınlıklarına, pervasız mucitliklere, kent kartpostallarına, yeni büyük mimari yapıların tiksinti veren fotoğraflarına bir de bu gözle bakılmalıdır. Evrenimizin bu küçük yaratığı, doğduğu yer yuvarlağı üzerinde rahat durmayıp kendi cehennemini inşa edince, sanatçı rahatsız oldu. Ötelerden daima bir esinti alan, o esintiyle var olan şair, doğanın akrabalığından uzağa düşmenin acısını çekti. Doğayı özledi. Çünkü insanın bu uçuşunun sonu hayırla bitmeyecekti. Şair görüyordu bu büyük aldanışı.

Medeniyetin ne suçu vardı aslında? Şehrin de ne suçu vardı? “Şehir boğuluyor içinde insanların kan gibi bir sesle/ Mor bir kâbus çöküyor üstümüze/ Parkta son ağaç da ölüyor intiharı hatırlatan bir ölümle.[2] diyen Erdem Bayazıt, şehirde boğulan insana değil insanda boğulan şehre dikkat çekiyor. Öyle değil mi? Biz bir ağacın ölümünü de gördük, bir şehrin ölümünü de. İstanbul’u nasıl öldürdük? Onu içimize alarak nasıl da boğduk. Şehri yapan da onu boğan da aynı insandı oysa, ne kadar garip! İnsan aynıydı ama zihniyetini bozdukça, bozdu doğasını da. Reddettiği şeyler ona keder getirdi. “Sonra bir çağ geldi/ baktım kafamda karıncalar vardı/ sonra yapılardan yollardan bıkmıştım/ kirli sokaklar beni ürkütüyordu/ kötü meydanlarda boğuluyordum/ suları borulara almalarına kızıyordum/ hele hele hep düğmelere basıp yaşamalarına çok içerlemiştim/ sonra kalkıp afrikaya gittim/ ohh afrikaya.[3] diyor E. Bayazıt. Böylece ne kirlilikler ortaya çıkmış gelinen çağda, onu da gördük. Ses kirliliği, görüntü kirliliği, ilişki kirliliği, televizyonlardan evlerimize akıtılan lağımlar… Bu kirlenmeyi yaşayan insan, anlaşılmaz bir dille konuşuyor artık. Şair bu duruma karşı duranlardan olmalıydı. Yoksa anlayamıyordu ağzında bir şeyler geveleyerek konuşan insanı, insan da onu anlayamıyordu. “Çiçek, arkeolojik bir malzemedir artık diyorsun.[4] diye soruyor Sezai Karakoç. Oysa şair çiçeğe başka bir gözle bakıyordu, onu kokluyordu ve bazen Yunus Emre gibi, bir sarıçiçekle konuşuyordu. Çiçeklerin balkonlardan, pencerelerden, karşı binalara, asfalt yollara, otomobil gürültülerine tahammül etmesi söz konusudur şimdi. “Oysa bir çiçek bir güzel dünyaya bakmalıdır[5] Turgut Uyar’a göre. Mehmet Âkif İnan da aynı derdi dile getirmektedir: “Betonlar mezardır düşe sevince/ Saksılar doğaya özlem eylemi”[6] Şair insanın fabrikada çürümesine, çiçeğin saksıya konulmasına, kuşun veya aslanın kafese tıkılmasına, ölülerin müzelere götürülmesine karşı olandır. Bu yüzden Cahit Zarifoğlu’nun dediği gibi “sevemedik müzeleri.”[7] Biz buna ekleme yapabiliriz belki: Sevemedik hayvanat bahçelerini, sevemedik alışveriş merkezlerini, fabrikaları, saksıları…

Manevi değerlerin hafife alınması ve şehrin betonlaşması arasında ilgi vardır. Bu yüzden Stad adlı şiirinde Cahit Zarifoğlu şöyle demiştir: “ve insan yaradan yokmuş gibi hüzünsüz ve ağlamasız” Oysa hüzün, ekmek gibi su gibi ihtiyacımızdı bizim. Bunun sonucu insan kalbinin taşlaşmasıdır. Ticaretten eğitime, tıp hizmetlerinden belediyeciliğe kadar her alanda bir yozlaşma ortaya çıkar. İnsanların görünen yüzlerinin yanında bir de görünmeyen yüzleri oluşur. İsmet Özel şehrin insanını şöyle tanımlamıştır: “şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin/ kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin.[8] İhanetin zarif olması, şirkin ve küfrün kılıfına uydurulması, sömürü düzeninin güzel ambalajlanması, reklamların kahramanca aldatması… Bu aldatıcı kahramanlığının yanında bir de zavallılığı vardır onun. Sokak başlarında, okul koridorlarında, bürolarda, marketlerde, merdivenlerde, asansörlerde, çatılarda, adımını attığın her yerde seni izleyen kameraların olması, bağımsız bir niyet olarak hareket etmeni engelliyor. “uçtum ama uçuşum/ radarlarla izlendi[9] diyor İ. Özel. İnsanın, tarihin en özgürlükçü olduğu iddia edilen çağında, bu kadar çok izlenmesi ilginç değil mi? Ve insanın bu kadar çok razı olması bu izlemelere… Belki de bu yüzden “o şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir.[10]

Kentin eşkıyalığı kentlinin robot olması demektir ayrıca. Sabah işe gitmek için yığınlarla hızlı trenlere, otobüslere, minibüslere doluşan erkek ve kadınlar, yolları tıkayan özel araçlar… Maça, konsere, eğlenmeye koşan, altgeçitlerde üstgeçitlerde sıkışan gençler, okullarda sıkışan, yığın haline gelen çocuklar. İnsanın doğaya dikkatini yitirmesi ve zombi olmasıdır bu. Zarifoğlu’nun deyimiyle “Sabah trafik/ Çınara kim bakar.[11] Bu anlamsız koşturmaca içinde insan yeni bir zevk dünyası keşfetmiş gibi, halinden memnun, sever bu şehri. İşkenceden hoşlanır. Zevk alır siren seslerinden, ağır makinelerden, kirli havalardan ve gizemli bir gönül bağı kurar şehrine, asfalt kokusunu çeker içine. Zarifoğlu’nun tespiti şiir diline yansımıştır: “İnsan kene gibi yapışmış kentine.”[12] İşte bu yüzden şair karşı duruşa geçmiştir. İsyan etmiştir düzene.

Uzaylı bekleyen ama kendi zombileşmesinden haberi olmayan insan, neyin iyi neyin kötü olduğunu ayırt edici vasıflarını yitirmiştir. Reklam ve propagandadır onun tercihlerini belirleyen. Siyasi görüşünü, aile düzenini, evini, inançlarını, gülmelerini ve ağlamalarını hep kendisine plan dâhilinde gerçekleştirir. Küresel bir yabancılaşmanın sapığıdır, nefsinin de oyuncağı. “Hayat dediğiniz ölüm ölüm sandığınız gerçek hayat/ Diyarbekir’in yaz sıcağında meyankökü şerbetindeki tatla/ Koka-kola zehri arasındaki fark bu[13] diyen Sezai Karakoç buna işaret etmiş olabilir. Neyi nasıl tanıyacağımızı şaşırmış bir haldeyiz desek abartmamış oluruz. Erkek hangi erkek, kadın nasıl kadın, çocuk han(g)i çocuk, aşk kaldı mı, hayvanlar bile yozlaştılar çağımızda. Oturduğu yerden para kazanan patronlar iş adamıysa “iş” nerede? Kadınlar boks yapıp halter kaldırıyorsa bir terslik sezilmeli değil mi bunda? Hayvanlar mutlu mu bilmiyoruz ama onlar da bir garipler doğrusu. Rasim Özdenören’in tespitine katılıyorum ben: “Klakson seslerinden, bağrışlardan, üstüne basacakmış gibi olan adımlardan, hiçbir şeyden pervası yok bu serçenin. Tin tin sekiyor kaldırımda. Ürkmüyor. Oysa serçe denilen kuşun ırası ürkeklikle özdeşleşmiştir. Bir serçe ürkmüyorsa artık ona serçe olmaktan çıkmış diye bakmamız gerekmeli.[14] Herkes şahsi özelliğini yitirip tek bir şeye dönüşüyorsa, o tek bir şeyin adını söyler misiniz bana?

Yukarıda verdiğimiz örnekte R. Özdenören serçe ile elbette başka şeyleri kastetmektedir. Serçe orada bir semboldür sadece. Çünkü modern dünyada hayvanların yaşamları da o kadar kolay değildir aslında. S. Karakoç’a kulak verelim: “Kim verecek kedilere trafik bilgilerini/ Ki hayatlarıyla ödemekteler bir yandan öbür yana geçmeyi.[15] Bu cümle sadece basit bir yakınma değildir bence. Bilimin, doğal felaketleri, doğal kaynakları, hayvan ve insan sağlığını düşünmeden, yoksullaşmayı, duyarsızlaşmayı hesaba katmadan, bir hızla ilerlemesi, adil hukuku olmayan bir zihniyetin elinde şaha kalkması şairi korkutmuştur. Nuri Pakdil’in “yeryüzüne biterim” dediği pencereden bakarsak, başkaldıracağımız bir noktaya çoktan gelmişizdir. Yeryüzü hayranlığımız var, direnişçiyiz amenna, ama yorgunuz da, bir biz değil yeryüzü yorgun aslında. “Toprağı fazla terk ediyoruz artık/ Trenlerle otobüslerle otomobillerle/ Yerden ayağını kesmiş uçaklar ve helikopterlerle/ Özüne aykırı devinmelerle/ İyice yorgun yeryüzü[16] diyen S. Karakoç, Hızır’la kırk saat yolculuk yapmış, çok şehirler gezmiş, çok şeye tanık olmuştur. “Şimdi sizi tabiattan koparan geri alan asfalt/ Şehrin düşüncelerini yayınlayan kalorifer bacaları[17] diyen şair, düşünce yayınlayan kalorifer bacalarına tanık olmuş demek ki. Bu düşüncenin özümseyenleri neredeyse bütün kent ve bütün köy ahalisi… Neredeyse bütün insanlık… Karakoç’un ilkin bir umutsuzlukla baş başa kaldığı görülüyor. Doğaya ihanet etmeyen hayvanlardan başka değer verecek kimselerin yaşamadığı kent kümeleri gözlemlemiştir çünkü. “Kedi yavrularından başka/ -O da gözleri açılmamış olanlardan başka-/ El uzatmaya değer/ Soluk alır bir nesne bulamadım/ Bir gün daha öldü” “Atlarını yalnız atlarını cana yakın buldum/ Öpüp çıkıp gittim yelelerini[18]

İsmet Özel’in siyasi ironiler barındıran şiirinde şöyle bir bölüm vardır: “Köylüleri niçin öldürmeliyiz?/ Bu sorunun karşılığını bulamıyorum/ içinden çıkılmaz bir olay, ama önemsiz/ köylüleri öldürmesek de olur/ hatta onların kalın suratlarını/ görmezlikten gelebiliriz/ yapılacak çok şey var daha/ sözgelimi ben, kendim/ hiç hayıt ağacı görmemişim/ görmeden ölürüm diye korkum da yok/ değil mi ki albatrosu Baudelaire’den/ Yves Bonnefoy’dan semenderi öğrendim/ bir gün bakarsınız/ şu güzelim bilgiç beynimi kırıp/ teneşir tahtası olarak kullanabilirim.[19] Şair “ben kendim” diyerek bizzat ölümünü itiraf etmiş belki de. Avrupalı’nın zihninde bir zamanlar yer alan köylüleri öldürme düşüncesi, hatta yaşlıları ve kendilerinden olmayanları öldürme düşüncesi bir yana, hayıt ağacını göremeyen şairin ölümü söz konusudur burada ayrıca. Buradaki köylü ifadesi zaman içinde geçerliliğini pek de koruyamamıştır bence. Televizyonun ve internetin icadı ve bunların dünyayı köy, kasaba, şehir demeden istilası, köylü tipini ortadan kaldırmış, hatta şehirde yaşayamayan ama şehirdekilerden daha hızlı bir tüketici, onlardan daha hızlı bir dizi seyredici, sapık, tecavüzcü, katil, dinsiz köylü tipi ortaya çıkmıştır çoğu yerde. Sadece bunun yavaş olması ve belki de toprağın daha kan temizleyici olması bizi aldatıyor şimdilik.

Turgut Uyar’ın şiirlerinde büyük bir sorun olarak yer almaz bu konu. Mutlu olacak çok şey bulur kendine. Ama yine de bir kötü gidişin farkındadır o da. Bazı cümleleri bu çağ kıyımına umutsuzca baktığını ele veriyor gibidir. “ne orman kaldı elimde ne orta-doğu/ artık hiçbir zaman iyi bir yağmur yağmayacak/ çok iyi biliyorum/ çok iyi biliyorum[20] Böyle söylemiş olmasına rağmen hiçbir sanatçının umutsuz duramayacağını düşünüyorum. Göğe Bakma Durağı adlı şiirindeki “göğe bakalım” ifadesi ve buna benzer dizeler hep o umudun bir yansıması, doğaya, doğal olana, fıtrata, toprağa bir özlem olsa gerektir. Göğün umutla ve metafizikle alakası var sanki. Nuri Pakdil de “Gökyüzüne çok sık bakalım, ne varsa orada var…” diyor.[21] Birinin dediğiyle öbürünün dediği arasında bir alaka kurmayanlar olabilir ama ben bu topraklarda yaşayan iki şair olarak ikisinin de aynı göğe baktıklarına inanıyorum.

Diğer şairlerimiz de karamsarlığı ister istemez yansıtmışlar dizelerine. Mesela Erdem Bayazıt “Dünyanın en uzun hüznü yağıyor/ Yorgun ve yenilmiş insanlığımızın üstüne/ Kar yağıyor ve sen gidiyorsun/ Ağlar gibi yürüyerek gidiyorsun/ Belki bulmaya gidiyorsun kaybettiğimiz/ O insan ve tabiat çağını[22] derken, ilk dizelerde umutsuz gibi görünüyor ama son dizede bir diriliş muştusu var gibi. Başka bir şiirinde bu umut daha da depreşmiş haldedir. Zannedersem imanın vermiş olduğu bir direniş halidir bu umutluluk. İnsan ve tabiat çağıyla da asr-ı saadeti kastetmiş olabilir. “Ama şimdi kendimizi zorlasak da/ Anımsayamadığımız tasarlayamadığımız o kırlangıçları/ Ah tekrar dönülebilir mi yaşayabilir miyiz/ Uzansak yerin altına ve toprak olsak.[23] Burada da açıkça aynı özlem dile getirilmiş. Toprak olmak bana fıtrata dönmeyi hatırlatıyor. Asr-ı saadet gibi bir çağın daha geleceği hep beklenmiştir günümüzün Müslüman şairleri ve aydınları tarafından. “Gün olur toprak uyanır ağaç uyanır uyanır böcekler/ Sarı bozkır titrer çıplak dağlar yeşerir gök yıkanır kirli dumanlarından/ Su coşar deniz kabarır canlanır ölü şehirler/ Yemyeşil bir rüzgâr eser yıldızların arasından[24] dizelerinde gördüğüm şey, insan ve tabiat çağının yeniden gelmesi halinde modern kaosun da sona ermesi beklentisidir. Hem E. Bayazıt’ın hem de S. Karakoç’un umut dolu yürekleri, bu gelecek yeni gün için savaşmaya hazır, direnişçi, dirilişçi genç yüreklerdir. Arkadaşları, üstatları, diriliş erleri, yedi güzel adam… Hepsi de kahramanıdır çağımızın. E. Bayazıt onlar için “Beton duvarlar içinde bir çiçek açtı” ve “Alnınız en soylu isyandır demir külçelere” dizelerini söylemiştir.[25]Eğerken dağlar başlarını önlerine/ Birinin yeşil yaprağı kutsaması gerek[26] Kim olacak bu kutsayan? Savaşçı biri olacak elbette. Etiyle kemiğiyle bu yola baş koymuş birileri. Mesela Sezai Karakoç… “Ağaç delen kuş/ Kiraz yiyen kurt/ Üzüm ezen kaplumbağa/ Diriliş uygarlığına küçük çile katkıları[27] diyen Karakoç derdini, savaşçılığını Türkiye’de modernizme, postmodernizme, kapitalizme, komünizme ve ırkçılığa karşı vermiş biridir. “Servi için savaşırım çınar için savaşırım/ Tozlanmamış gün doğuşu için/ Yıldızlar geceleri yeniden görünsün diye[28] dizeleri de ona aittir. İnsan ve tabiat çağı o işte. Hatta insan ve İslâm çağı da denebilir belki de. E. Bayazıt Ahmet Haşim’in de şiirine gönderme yaparak “Bildiğimiz çiçekler açacak gene kırlarda/ Bahçelerde muttasıl kanayacak güller[29] derken o çağı çağırmaktadır yine. O çağa selam olsun!

Şaşırıyoruz aslında. Ama sonra umutlanıyoruz. Çoğumuz doğayla baş başa da değiliz ki İbrahim Peygamber gibi başımızı göğe çevirelim. Her birimiz başka bir iç fırtına yaşıyoruz bu anlamda. İnandığımızı sandığımız şeye gerçekten inanıyor muyuz? Her gün doğaya yeni bir gözle bakmalı, hakikatin peşinde sürek avcıları gibi koşturmalıyız. Hayret ve merak olmalı azığımız. Ruhumuzu beslemek en azim çabamız olmalı ve bunun dışında ne varsa boş vermeliyiz. Arkasına yaslananlardan olmamak için… (Tanrı ise hangi tanrı, İslâm ise hangi İslâm?) Ama yine de görünmeyeni görmek yeterli midir entelektüel tatmine? Mutluluğu ve aklı da sorgulamalıyız. Dünyaya alışmak büyüsünü bozabilir düşünceyle sevişmemizin. Yolculuk halinde olmalı insan bu yüzden. Yeniden kitapların ve fikirlerin içine dalacağımız günü özleyelim. Esaslı bir yalnızlık, aslında gerçek bir dost gibidir. Kavramlar başıboş gemileridir zihnimizin, onları bir limana ulaştırmalıyız. Beraber yürüyeceğimiz direnişçi dirilişçi ahlakçı dostlara sahip olmalıyız. İsyan edeceksek önce nefsimize isyan etmeliyiz. Allah sonumuzu hayreylesin.


[1] Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları I

[2] Erdem Bayazıt, Şehrin Ölümü

[3] Erdem Bayazıt, Gölgelere Dair

[4] Sezai Karakoç, Ayinler

[5] Turgut Uyar, Biraz Daha

[6] Mehmet Âkif İnan, Hicret

[7] Cahit Zarifoğlu, Sevemedik Müzeleri

[8]İsmet Özel, Üç Frenk Havası

[9] İsmet Özel, Cellâdıma Gülümserken…

[10] İsmet Özel, Esenlik Bildirisi

[11] Cahit Zarifoğlu, Ağaçlar

[12] Cahit Zarifoğlu, Stad

[13] Sezai Karakoç, Alınyazısı Saati

[14] Rasim Özdenören, Aşkın Diyalektiği

[15] Sezai Karakoç, Ayinler

[16] Sezai Karakoç, Ayinler

[17] Sezai Karakoç, Kav

[18] Sezai Karakoç, Hızır’la Kırk saat

[19] İsmet Özel, Akla Karşı Tezler

[20] Turgut Uyar, Pazarlıksız

[21] Nuri Pakdil, Kalem Kalesi

[22] Erdem Bayazıt, Kar Altında Hüzün Denemesi

[23] Erdem Bayazıt, Aşk Risalesi

[24] Erdem Bayazıt, Birazdan Gün Doğacak

[25] Erdem Bayazıt, Birazdan Gün Doğacak

[26] Erdem Bayazıt, Ölünün Kıyıları

[27] Sezai Karakoç, Gül Muştusu

[28] Sezai Karakoç, Alınyazısı Saati

[29] Erdem Bayazıt, Şiir Burcundan

Yorum bırakın